11 Mart 2009 Çarşamba

Mahmut Anlar Milliyet Röportajı - 11 Eylül 2007


Buz Safran, Laila, Havana, Vogue, Anjelique, Mikla, Hillside City Club... Hepsi Mahmut Anlar imzasını taşıyor. İş yoğunluğunun arasında buluşmakta güçlük çeksek de, yaratıcı bir beynin hiçbir fazlalığı olmayan, sade ofisinde bir araya geliyoruz. Hayalgücünü mantıkla karıştırıp ruhunu da ekleyerek tasarımlarını yaratan Anlar, konuya göre tasarım yapıyor. O yüzden 'Bu mekânı Mahmut Anlar yapmış' demek oldukça zor. Serdar Bilgili'nin Akaretler'de kuracağı W Hotels için 'seksapel'i olan tasarımlar yapan Anlar'la tasarımları ve tarzı üzerine konuştuk.

Tasarladığınız mekânlarda Mahmut Anlar’ın imzasını nasıl anlarız?

Anlayamazsınız; bunun için çok gayret sarf ediyorum. Ortak bir dil tabii ki var ama onu anlamak çok kolay bir şey değil.

Kullandığınız bir renk, obje, vazgeçemediğiniz detaylar yok mudur?

Belki ortak noktadaki aynıları söyleyebilirim ama, o bile hiçbir zaman 'olsun' diye yapılmış bir şey değil, gerektiği durumlarda kullanıyoruz. Bir dönem denk gelmişti, aynalar her projede vardı. Tamamen bize verilen işi, nerede olduğundan tutun, orayı kimin işleteceğine, kimlerin geleceğine kadar özel değerlendirip oraya özgü konsept geliştiriyoruz.

Ama özellikle restoran ve kulüp işletmelerinde bir kadın imgesini mekânın konseptiyle ilişkilendiriyorsunuz…

Bunu ortak özellik diye kimsenin anlamasına imkân yok. Bir gece kulübü ya da bu tip yerlerde tabii ki kadın müşteriyi çok daha cezbedici şeyler yapmaya çalışıyoruz. Bir de şöyle bir şey var: Bazı projelerde bir kahraman oluyor. Aslında hepsinde var bir şekilde. Bazen bilindik bir kişi de olabiliyor, bir isim de, hiç bilinmeyen bir karakter de. Çıkış noktasında her zaman bir kahramanı hedef alıyoruz. Mesela Tampa Bo Derek, Buz-Safran da Cicciollina... Kadın gece hayatında çok önemli bir faktör ama bu kahraman her seferinde kadın olacak diye bir kaide yok. Bir film de, tarz da, olay da olabilir.

Minimalist bir tarzınız var diyebilir miyiz? Nasıl tanımlarsınız tarzınızı?

Hayır, diyemezsiniz. Konusuna göre değişiyor. Vogue'u yaptığımda Türkiye’deki ilk minimalist örneklerdendi ama sonra Laila’yı, peşinden Buz’u yaptım sonra Anjelique'i; pavyon tarzıydı. Buralar birbirine çok tezat. Olması gerektiği yerdeki tarzı yapıyoruz.

Yaptığınız mekânlardan sizi en fazla yansıtan hangisi?

Ayrım yapmak çok zor. Beni yansıtan demeyim çünkü projelerimde ben daha geri planda kalıyorum. Beni yansıtan hepsi ama belki de en eğlenerek yaptığım Safran.

Beğenmediğiniz mekânlarda 'burayı ben nasıl tasarlardım' diye düşünüyor musunuz?

Hiç demiyorum.

Özel hayatınıza yansıtmıyor musunuz işinizi?

Özel hayatım ve iş hayatım diye çok da fazla ayırmıyorum. Zaten çok sevdiğim bir işi yapıyorum, bunu hobi gibi de görebiliriz. Keyif almadığım hiçbir projeyi yapmadım bugüne kadar. Özel hayatım bazı noktalarda mesleğimin dışında. Mesela iş çevresinde bilinen bir insanım ama bunun hiçbir zaman özel hayatımda bilinmesini talep eden bir insan olmadım. Mimar Mahmut Anlar kimliğinin Mahmut kimliğine çok fazla yansımamasına dikkat ediyorum. Mütevazı olmayı seven bir insanım ve özgürlüğüme düşkünüm.

Hangi mekânlara gitmekten, orada bulunmaktan haz duyuyorsunuz?

Ofisimde mutluyum. Çok daha basit anlamdaki yerleri tercih ediyorum mesela bir balıkçı. Çok mutlu olduğum için sürekli gittiğim bir yer yok.

Bir projeye başlamadan önce hayal mi ediyorsunuz yoksa çizerken mi ortaya çıkıyor?

Genelde çizerken yani ona konsantre olmaya başladığım zaman çıkıyor. Ben daha ziyade masa başında tasarım yapmayı seviyorum.

Bitirdiğiniz bir mekâna bir kaç sene sonra gittiğinizde, şurası eksik kalmış dediğiniz oluyor mu?

Tam tersi ‘Unutmuşum, ne kadar güzel olmuş’ diyorum.

Peki, sizi diğer mimarlardan farklılaştıran özellikler neler?

Benim mimarlık eğitimim sanat ağırlıklıydı; işin içinde teknik kısım da var ama yola çıktığınız zaman biraz daha sanatçı ve onun getirdiği biraz daha hayalperest bir insan; bir yandan da Avusturya Lisesi eğitimimden dolayı, aynı zamanda mantığı ağır basan ve iş disiplinine çok önem veren biri: Yani tamamen Alman ekolünde bir insanım. Ama Alman ekolü derken, katı bir disiplinden bahsetmiyorum. Disiplinsizlik içinde disiplin benim prensibimdir. Yani esas olan iştir. Çalışma saatleri, çalışma prensipleri gibi katı kurallarım hiç olmuyor. İşin kendisinin çıkmasının hedef alındığı bir disiplin vardır. Herkes serbesttir ama iş olmadığı zaman çok daha katıdır bunun getirileri. Zamanında teslim etmek, anlayışlı bütçelerde yapmak yani bu disiplin beni farklılaştırıyor. Renkli bir kişilik diyebilirim kendim için; çünkü her yerde, değişik mekânlarda gözükebiliyorum, keyfini alıyorum. Olayı sadece büro içinde çözümlemiyorum; bulunduğum her yerde çalışıyorum aslında. Hiçbir zaman standartta birbirinin tekrarı gibi kolaylıkları olan ve o anlamda ticari değeri daha yüksek işler yapmadım. Bu da beni diğerlerinden ayıran en önemli faktörlerden biri. Ruhumu kattığım -ekibime de bunu aşılamaya çalışıyorum- gerçekten manası olan projeler yapıyorum. Bu da kolay olmuyor. Çok yoruluyoruz ama hiçbir zaman da daha az yorulmak için standart ya da birbirinin tekrarı olan projelere yönelmiyoruz.

Dedeniz gazinocuymuş, eğlence hayatını sevmenizde etkisi var mı?

Büyük dedem gazinocuydu. Herhalde vardır ama onlar hiç sevmezlerdi. Sanırım işleri olduğu için o tip mekânlara hiç gitmezlerdi. Ben o işin içinde hiç bulunmadım. Sadece eğlence kısmını mı kendime mal ediyorum bilmiyorum ama tabii ki bir takım bilgiler var o tip mekânlarla ilgili. Bunların da mutlaka işime etkisi olmuştur.

Serdar Bilgili’nin isim hakkını aldığı W Hotels’in tasarımını yapıyorsunuz. Nasıl bir araya geldiniz Bilgili’yle?

Mikla projesinden sonra Serdar beni aradı. Orası onun gönlüne hitap etmiş. Bir de W, Avrupa’da çok bilinen bir oteller zinciri değil ABD’de çok yaygın. W’nun konsepti benim yaptığım işlerle çok paralel. Bir şekilde çok renkli bir dünya, klasik otel mantığında değil, her ülkede farklı bir dizaynda W var. Özel bir standart yok ama mantığı var. O mantık da benim diğer yaptığım işlerle çok bağdaşıyor. Katı kuralları yok, abartılı bir dizayn durumu yok. Bana göre her proje bir şekilde ait olduğu yere, sahibine bağlıdır. Dizayn otellere baktığınız zaman görüntüler, dünyanın herhangi bir yerinde olabilir dedirten görüntüler. W’ların da hiçbir zaman ağırlıklı bir dizayn otel kaygısı yok. İnsanın rahatlığını, konforunu aynı zamanda günümüzü, trendi yansıtan ama hiçbir zaman onun altında ezilmeyen daha özgür bir konsept W. O yüzden benim yaptığım işlerle bir paralellik görüyorum.

Türkiye’deki W nasıl olacak?

Tarihi bir mekânda bunu gerçekleştiriyoruz, bunun çok zorlukları var. Farklı bir amaca hizmet eden binaları bambaşka bir hizmete dönüştürüyoruz. Oralar bilindiği üzere Türkiye’deki ilk toplu konut. Dolmabahçe Sarayı’nda çalışanların lojmanı mantığında yapılmış. Bir de o binanın tarihi özelliğinden dolayı tamamen bambaşka bir modernlikte tasarlamayı düşünmüyoruz. Oranın tarihi çok iyi incelendi, geçmişinde neler yaşandı çok iyi biliyoruz, bu paralellikte biraz da Osmanlı konseptini ele alıyoruz orada. Özellikle Osmanlı’nın mistik ve egzotik havasını orada biraz yansıtmaya çalışıyoruz. Bu tip projelerde seksapel çok önemli. Bu da Osmanlı’nın kokusunda olan bir his. Biz de bir şekilde bunu vermeye çalışıyoruz. Tabii W mantığında yorumluyoruz.

Beğendiğiniz mimar?

Tek bir isim veremem, çünkü her işini beğendiğim mimar diye biri yok. Sonrasında tekrarları olabiliyor, eleştirdiğim çok şey oluyor. Sözgelimi Philippe Starck başarısını hiç kimse yadsıyamaz. Ama onun getirdikleri hâlâ aynı tekrarla devam ettiği zaman en beğendiğim isim diye söyleyemiyorum. Bunu maalesef diğer mimarlarda da görüyoruz.

Etkilendiğiniz film?

Şeytanın Avukatı.

Sevdiğiniz kitap? Koku.

Beğendiğiniz tasarım?

Grafikte Coca-Cola, en başarılı dizaynlardan bir tanesi.

Mahmut Anlar Milliyet Röportajı - 5 Mayıs 2008


Aralarında Laila, Buz, Sortie ve It’s A Joke’un da bulunduğu pek çok eğlence mekanını tasarlayan mimar Mahmut Anlar: “Her müessesenin bir karakteri vardır. Birisi geldiğinde hemen anlarım onunla çalışıp çalışmayacağımı. Anlaşamadığım, kol kola giremeyeceğim birinin mekanını tasarlayamam”

Vogue, Laila, Buz, Havana, Anjelique, Salomanje, Wanna, Sortie, Mikla, Erguvan, The Marmara Pera, Num Num, It’s A Joke, Longtable, W Hotel... Bunlar İstanbul’un son yıllarda en çok konuşulan, en popüler mekanları. Yalnızca bu kentte yaşayanlar için değil, İstanbul’u ziyaret eden herkes için revaçta yerler üstelik. Peki ortak noktaları nedir ki arka arkaya saydık bu isimleri? Bu mekanları yaratan mimar Mahmut Anlar tabii ki. Belli ki bir sırrı var Anlar’ın; gezmeyi, eğlenmeyi seven insanların beklentilerini çözmüş, attığını vuruyor! Belki de biri Kazablanka, Kristal gibi bir dönemin en ünlü gazinolarınınsahibi, diğeri karikatürist iki dedesinin sentezi olmasındadır sır. Sormak gerek diye düşünüp buluştuk Anlar ile...

Mimar deyince gözünüzün önünde nasıl biri canlanıyor?Le Corbusier gibi papyonlu, yuvarlak gözlüklü biri mi; fitilli kadife ceketli, elinde T cetveliyle gezen biri mi? Mahmut Anlar ikisi de değil. Beyaz gömlek, blucin, spor ayakkabılarla hayatın hızına ayak uyduran bir mimar var karşımda. Zaten mimari, Anlar’ın içinde taşıdığı kimliklerden biri yalnızca. Kısa süre içinde diğer kimliklere de geçiş yapmayı planlıyor. Hangileri olduğunu öğrenmek için söyleşiyi okumalısınız.

Bugün en revaçta olan restoran ve gece kulüplerinin tasarımları sizin elinizden çıkıyor. Bu başarının ilk adımı neydi?

1991’de Körfez Savaşı sırasında herkes işini kapatırken biz Yeşim Coşkun ile birlikte deli cesareti gösterip Geomim’i kurduk. İlk dönemler konut projeleri yapıyorduk. Sonra bir arkadaşımız sayesinde Alkent Hillside’ın o zamanki genel müdürü Muzaffer Yıldırım ile tanıştık. Ve kulübün resepsiyon bankolarını yaparak başladık. Sonra bizden Hillside’ın Alkent’teki spor salonunun tümünü yenilememizi istediler. Alarko ile işbirliğimiz Mustafa Toner’in yarattığı Pasha’da değişiklikler yaparak devam etti. Oradan gelen referansla da 1996’da Vogue’u yaparak “kirli” hayata adımımızı attık.

Neden kirli?

Bu tip mekanlar yapıyorsanız, aynı zamanda gece hayatı, hızlı bir tempo gerekiyor. Yeşim çok daha sakin bir hayatı tercih etti. 2000’de ortaklığa son verdik ama hâlâ hayatımdaki en önemli insanlardan biri.

Geomim’in anlamı nedir?

Geometrik mimarlık. Mimarlığın temelinde çok önemli bir kısım geometridir. Aslında biz Mahmut Anlar-Yeşim Coşkun olmak istiyorduk. Fakat şirket ismi gerekiyor dediler, son iki saatte bulduk bunu. Açıkçası pek önemsemedik o anda ama hata etmişiz. Değiştirmek istiyorum şimdi, daha çarpıcı bir isim bulacağım.

Mekanları tasarlarken size ne ilham veriyor?

Mekanın kendisi, ruhu... Kimin oturacağını bilmediğim bir sandalye tasarlayamam. Aslında mekanlarda çıkış noktam da ya bir konu olur ya da bir şahıs... Söz gelimi BuzSafran’ı yaparken çıkış noktam Cicciolina’ydı. Beyaz elbisesiyle masum bir görüntü ama bir porno yıldızı. Bodrum’da Tampa’yı yaparken Bo Derek’ın “10” filminden yola çıktım. Çok duru bir güzellik, abartısız ama abiye bir izlenim yaratır. Tampa, hiç ayna kullanmadığım tek projemdir. Eski Bodrum’u anlamak için yaptığım sohbetlerde keşfettim ki Bodrum’da insanlar gerçeklerini görmek istemiyor. Ben de göstermek istemedim.

Ayna vazgeçilmez bir malzeme midir sizin için?

Ben hiçbir şeyi sebepsiz yapmam. Her objenin, her çizginin mutlaka bir açıklaması vardır. Dünyayı var kılan tek unsur, insanların birbirleriyle ilişkileri bence. Bir araya gelmelerinde en önemli faktör de kendi görüntülerine duydukları güven. Ayna da bunu sağlıyor. Bu biraz ruhani bir açıklama oldu, kabul. Teknik anlamda da mekanı daha derin ve büyük gösterdiği için kullanıyorum.

Her mekanda kullandığınız bir malzeme var mı?

İnsan hislerinden çıkmayan hiçbir projem yok. Yoksa bir bakıyorsun tahta ön plana çıkıyor, bir bakıyorsun metal... Süreç içinde yıllardır sevdiğin bir şeyden nefret etmeye başlıyorsun. Aslında bütün dizaynlar güzel ya da çirkindir. Hangi ruh halinle baktığındır mesele...

Proje geldiğinde ilk neyi düşünürsünüz?

Konsepti. Oraya giden insanın kendini nasıl bir mekanda hissedeceğidir meselem. Ruh satıyoruz biz orada.

Yaptığınız işin başarısını nasıl ölçüyorsunuz?

Övgüler çok hoşuma gidiyor ama baz değildir. Başarı bence o mekanın ticari sonuçlarıdır, dolmasıdır. Uzun seneler sürmesi, iş yapması başarıyı simgeliyor bence.

Diyelim ki gece kulübü açacağım ve size yaptırmak istiyorum. Nasıl karar verirsiniz birlikte çalışmaya?

Her müessesenin bir karakteri vardır. Kokoreççi dahil... Ne yapmak istediğini anlattığında o insanla çalışıp çalışmayacağımı hemen anlarım. Araya çaktırmadan başka temalar da sokarım konuşurken. Önemli olan şu; becerebilecek mi? Bana verilen konsepti yaparım ama mekanın sahibi yaşatmayı beceremeyecekse olmaz. Ben aşkı sağlarım. Evliliğe götüren, müesseselerin kendileridir.

Mekan sahibinin dünya görüşü önemli midir?

Tabii ki. Anlaşamadığım, kol kola giremeyeceğim birinin mekanını tasarlayamam. Başarı bileşik kaplar gibidir, sular hep aynı seviyede durur. Dekorasyonu, servisi, müziği, fiyat politikası aynı anda başarılı olmalı.

En eğlenerek yaptınız yer neresiydi?

BuzSafran. Hiçbir şekilde yazlık olmaz denilen, çay bahçesi gibi bir yeri müthiş bir kulüp yaptık. Sıcak silikonlarla Ajda Pekkan’dan “Atlı Karınca”yı dinleyerek inciler yapıştırdık duvarlara. Hayatımın en güzel yazıdır.

Sık gider misiniz kendi yaptığınız mekanlara?

Hiç bırakmam, hep takipteyim. İhmalden dolayı kırık dökük bir şeyler varsa sinirlenirim. Ama insanlar gelmiş, sandalyeyi başka yere koymuş, masayı çevirmiş, hiç dert etmem. Öldürmez o değişiklikler.

İstanbul gitgide yanlış yapılanmanın kurbanı oluyor. Bir mimar olarak bu şehirde yaşamak eziyet mi?

Bazen o yanlışları görmüyorum açıkçası. Belli bir eğitimden, deneyimden geçtikten sonra göz görüyor. Ama öncesi de var. Ben 23 yaşında mezun oldum mimarlık fakültesinden, ondan öncesindeki Mahmut ne oldu? O Mahmut bir balıkçıda çok sevdiği bir arkadaşıyla yemek yerken arkadaki çirkin yapıyı görmüyordu. Sürekli mimar gözüyle yaşarsan çok mutsuz ve sıkıcı bir hayatın olur. O yüzden de karar verdim, belli bir süre içinde başka meslekleri denemek istiyorum.

Hangi meslekleri?

Tiyatro öncelikle. Birçok değişik karakteri oynamayı çok isterdim çünkü. “6 yaşında radyo tiyatrosuna başladım. 7 yaşında sigortalıydım”

Hangi karakterler mesela?

Psikiyatr olmak isterdim. Dünya insan demek çünkü, bunun için yaşıyoruz. Evinde kaç gün tek başına mutlu olabilirsin? Şahane bir yalıda, dünyanın en muhteşem manzarasıyla kaç gün baş başa kalabilirsin?

Bu meslekleri denerken Geomim ne olacak?

Biz gittiğimiz yola gençleri katarak büyüdük. İşlerimizi onlarla paylaşarak yapıyoruz. Fakat mimarlık gibi alkışı da önemli olan bir meslekte kurumsallaşmak çok zor. En büyük idealim, Mahmut Anlar’ın bu kadar baskın olmadığı bir marka yaratmak. Diyelim bir Arçelik alacaksınız, gidip CEO’sunu mu buluyorsunuz? Ben bir gün yaşlanacağım ya da başka bir iş yapacağım. O zaman Geomim ne olacak, yazık değil mi?

Yani ciddi ciddi tiyatro mu yapacaksınız?

Evet. Belki mesleki güçlerimi kullanarak eski bir tiyatroyu kalkındırabilirim. Becerebildiğim kadarıyla figüranlık bile yapabilirim. Bana bunlar hep Bülent Erbaşar’ı hatırlatıyor, çok örnek aldığım bir insandır. Kıyafet yaptı, resim yaptı, tiyatro yaptı, ayrıca müthiş bir mimardı. Benim için de mimar doğdum diye bir şey yok. Mahmut doğdum, Mahmut öleceğim.

Sahne deneyiminiz var mı?

11 yaşına kadar var. Altı yaşında Radyoevi’nde başladım, yedi yaşında sigortalı oldum. Radyo tiyatrosunda oynardım. Tabii dedemin gazinoları olmasının, kulislerin de etkisi vardı.

Neden devam etmediniz?

Çok heyecanlı bir çocuktum. Avusturya Lisesi’nde okuyordum. Eğer durdurulmasaydım, liseyi bitiremeyebilirdim. Şöyle bir hikayem var. 8 yaşındayken kuru boya takımı istemiştim, almadılar. Ben de bankaya gidip “Yarın resim yarışmasına katılacağım, annem evde yok” diye ağlayıp amcamın doğum günümde yatırdığı parayı çektim ve satın aldım o boyaları.

Dedeniz 50’lerin ve 60’ların Kristal ve Kazablanka gibi ünlü gazinolarının sahibiydi. Babanız sizin de bunu devam ettirmenizi istedi mi?

Hayır, gazino işleri bitmişti. Zaten babam hayatı boyunca nefret etti gazinoculuktan. Hatta bana hep “Seni hep bu ortamlardan uzak tutmak istedim. Mimar oldun, gene gittin gece kulüpleri yapıyorsun” derdi.

Neden nefret ediyordu?

Hem okuyup hem de bu işleri yapmış çünkü. Güvenlik organizasyonlarının bugünkü gibi olmadığı dönemlerde, içkili mekanlarda insanlara hizmet etmek, sonra da sabah imtihanlara girmek onun için çok ağır olmuş.

Mimar olmaya nasıl karar verdiniz?

Tiyatroculara baktığınız zaman, içinde farklı ruhları barındırmayı seven insanlar. Mimarlık da, belki bedeninle başka insan olma değil ama ellerinle, ruhunla başka bir obje yaratabilme imkanı veriyor.

Mimarlık bölümünü bitirdiniz ama bugün yalnızca mekan tasarlıyorsunuz. Hiç yapı tasarladınız mı?

Çok az. Ekonomik zorlukları olan bir ülkeyiz. Mimari biraz politik ya da ekonomik yükselişler ya da inişlerle doğru orantılı bir üretim alanı. Mesela Özal sonrasında bir refah artışı oldu ve ciddi yatırımlara girildi, birçok büyük inşaat başladı. Sonra krize girildi, yarım kalan binalar görmeye başladık. Yerel yönetimler, idare anlayışları, izinler sizin yaratıcılığınızı çok kısıtlıyor. Birtakım ilişkiler içinde olmanız lazım. Ben böyle bir adam değilim. Her türlü sonucuna rağmen, bütün kararlarımı kendim aldım. Bence en büyük mutluluk bu. Bu nedenle de kendimi daha rahat ifade edebileceğim kısmını seçtim mimarlığın.

Ama yapılar daha kalıcı değil mi?

Mesela son işlerinizden Longtable eskiden Tuus’tu. Oysa içinde bulunduğu Sofa Otel daha kalıcı bir yapı... Sofa’nın kalıcı olduğunu kim garanti eder? Tarlabaşı yıkıldı, AKM’yi yıkmayı düşünüyorlar. Ben de ölüyorum. Benim yaptığım bir mekandan hoşlanan biri de kalkıp o gazla bir bina yapar belki... Kim bilir?

Mimarlık fiyakalı bir meslek... Tabii. Tüvit ceketler, tercihan kır saç ama ben kelim... Nasıl kapılar açtı size?

Bu Allah vergisi bir satıştır. Her insan aynı enerjiyi yakalayamaz. Bakarsanız fiyaka sadece görüntü, kıyafetle değil, akılla, kültür birikiminle, espri anlayışınla oluşuyor. Sadece bilmek de yetmiyor. Bildiğini uygulamaya geçirebilmek için birlikte çalışabileceğin insanı bulman gerek. 45 sene yaşamışlığın en keyifli yanı, bunları artık biliyor ve tecrübelenmiş olmak.

İyi para kazandıran bir iş olsa gerek...

Kimine göre evet. Ben ortadayım. Yarattığım işin daha düşük bütçede yapılması gerekiyorsa ve daha az kazanacaksam da seve seve yaparım. Hayat standardımı sürdürecek kadar kazanmam yeterli. Bu kimileri için hiçbir şeydir, kimileri içinse çoktur. Kiminin vasiyetnamesi beş sayfadır, kiminin bir sayfa, kiminin de bir söz...

Lüks mü yaşıyorsunuz?

Şımarıklıklarım en büyük lüksüm. Spor salonlarına gidemiyorum çünkü evden zor çıkıyorum, hazırlanmam uzun sürüyor. Bu yüzden evde özel hocayla jimnastik yapıyorum, bu benim lüksüm. İki yıldır şoförlü arabam var, ona da zor alıştım. Uzun zaman taksilerle gidip geldiğim için “Sen git, ben taksiyle dönerim” diye evine yolluyordum.

Giyim kuşama harcamaz mısınız?

Hayatta üzerinde markası yazan bir şey giymem. Ama belki onlar benim giydiklerimden daha ucuzdur. Tasarım giyiniyorum çünkü. Eskiden diktirmekle de uğraşırdım ama artık pek vakit yok.

Eviniz nasıl?

Nişantaşı’nda, Kız Kulesi’ni gören bir oda bir salon bir evim var. Daha ihtişamlı bir ev istemem. Gerek yok. Yalnız yaşıyorum, kendi işimi kendim yapmayı da severim.

Dekorasyonda son trendler konusunda ipucu verir misiniz?

Benim için yok. İşin kendine göre yapıyorum ben mekanları. Çin lokantası yapıyorsam sırf bu sene moda diye turkuaz kullanamam. Ben yaparım, isterlerse başkaları alıp trend yapsınlar. Mesela Vogue’u yaparken venge kullandım. Trenddi ama o mekan için en doğrusuydu. Minimalist bir tasarımdı. Gerçi sonradan bu laftan nefret ettim. Beni minimalist mimar ilan ettiler. O kadar Anjelique pavyonlar yaptım, gene kaldı.

İstanbul’da en beğendiğiniz yapı?

Topkapı Sarayı benim aşık olduğum bir yapı. Son dönemden de Milli Reasürans Çarşısı.

Son okuduğunuz kitap?

Patrick Süskind’in “Koku”sunu tekrar okudum. Çok etkilendiğim bir romandır.

Son seyrettiğiniz oyun?

“Yangın Duası”. Çok beğendim.

Ne tür müzik dinlersiniz?

Ruh halime göre her şeyi dinlerim. Alaturka çok severim. Zeki Müren’in 23 CD’si var bende, Türkçe müzik arşivim çok zengin. Ajda Pekkan’ın kendisinde olmayan kayıtları var bende.

Yurtdışında en çok nereye gitmeyi seversiniz?

Paris. Yeni yapılan yerlere gidip bakıyorum tabii ama Deux Magots’da oturmak benim için yeterli olabiliyor. Ya da tam karşısındaki Lip.

İstanbul’da nerelerde yersiniz?Doğa Balık, Dragon, Park Şamdan.

En sevdiğiniz renk?

Siyah.

Asla kullanmayacağınız renk?

Garanti vermiyorum ama sarı. Karaktersiz buluyorum.